5 Ekim 2024 Cumartesi


Haut Mal

Ele’nin yani Elif Gül’ün anısına…

  • Şimdi hangi zamandayız?
  • 1969’un herhangi bir anında mıyız yoksa 2024 sonbaharında mıyız?
  • Peki, nasıl hatırlarız kaybettiğimiz zamanı?

Antropolog Maurice Godelier, Spinozacı bir minvalde, doğanın insanileşen, mülkileşen ve toplumsallaşan bir yapı olduğunu söyler. Godelier şu önemli saptamayı da yapar: insanın bir tarihi vardır; çünkü insan doğayı dönüştürür.[2] Bu yüzdendir ki; bütün bu hatırlamanın kaynağı doğa ve onu dönüştürme gücümüz olmalıdır.

Şair ve etnolog Michel Leiris, Dakar ve Cibuti’deki etnolojik çalışmalarının ardından 1934’ün ekim ayında iki kitabının adını günlüğüne (Journal 1922-1989) yazar: Haut Mal ve Age d’Homme (Erginlik Yaşı). Leiris’in şiir kitabı “Haut Mal” farklı coğrafyalarda ve dillerde başka çağrışımlara neden olacaktır. Burada Haut yüksek ve Mal ise hastalık, iyi hissetmemek vb. anlamına gelir. Bu iki kelimenin birleşimi de bizi hafızalara Büyük Felaket olarak geçen Dersim Soykırımı’na (1937-38) götürür.

Yine aynı tarihlerde M. Leiris bir savaş beklediğini de yazar.

Savaş

Sesler, imajlar…

Her şeyin birbirine karışması, yer yön bulamamak,

bir iz bulamamak

benzerlikler

ve

kaybetmek sürekli, yitirmek

bazen parça, bazen bütün

belleksiz kalıncaya kadar hatırlamak anıları

çürümek

yalnız ve yalnızca Hawte Mal diyebilmek

şimdi zamanlardan hangi zaman?

Belleksiz, şiirsiz, şirsiz[3] bir zaman,

gözsüz bir zaman.

Hawtemal


26 Haziran 2021 Cumartesi

 

Politika kavramı üzerine

“Anıların artık benim dedi ölüm.
Peki gözlerim (?) diye sordu cadı.
Henüz benim değil.
O halde gördüklerim hâlâ benim olmalıydı.”
Hırsız ve mantıksız bir 
Tanrıyla diyalog

Peter Handke’de resmedilmeksizin görünen ve sözle biçimlenen bir dünyanın farkına varırız. Sözden resme varamadığımız ve mümkünlüğünü ansızın kavradığımız böyle bir dünyada bir kavram üzerine düşünürken başka kavramları da bu etkinliğe dahil ederiz. Her kavram kendisiyle birlikte diyaloğun gerçekleşeceği bir alan açar. Örneğin gerek politikanın etimolojik çözümlenmesinden gerekse cismani dünyada politikanın şekillenişinden ortaya çıkan çokluk kavramının oluşturacağı diyalog alanı, sınır, sınırlandırma ve yurttaş gibi kavramlara uzanabilmektedir. Kavramların saf bir söz eşliğinde süzüleceği ve dolaşacağı bu alanda her şey şimdiye aitmişçesine yaşanır. Alan belirlenmiş olsa dahi düşünce ve kavramlar şimdiki zamanın doğal akışına bağlı olup belirsizliğe açıktır. Burada bir gelecek tahayyülü saklı olmasının yanında unutkanlığın da eşlik ettiğini düşünmek yanlış olmaz. 

Söylenmemiş ve dile düşecekken vazgeçilmiş olanı da buluruz. Bütün bunlarla birlikte kavram üzerine düşünüm aynı zamanda hangi soruya cevap aradığımızla ilgilidir. Bu minvalde politika kavramı veya politika nedir sorusu ortak iyinin ne olduğuna dair yöneltilmiş bir sorudur. Buradan hareketle politika aynı zamanda gerçekliği, iktidar-güç ve iyi yaşama dair sorular doğrultusunda değiştirme dönüştürme etkinliğidir. Bu aşamadan sonra giderek düşünce ile gerçeklik ve söz ile eylem arasındaki ilişki belirginleşmeye başlar. İki ayrı uzam olarak söz ile eylemin öncelik-sonralık ilişkisi dikkatimizi çekecektir. Bu ilişkide sözün eylemden önceye yerleştiğini ve sözün, eylemi birçok farklı tarzda belirlediğini söyleyebiliriz. Bu noktada politika öncesi bir aşamanın olabileceğini öne sürebiliriz. 

6 Nisan 2021 Salı

 

ÇOBANLIĞIN FELSEFESİ

Çobanlık deyip hafife almayın. Çobanlığın felsefesini anlamayan, psikolojisini anlamayan insan yönetemez. Ben de bir çobanım.” diyor Tayyip Erdoğan.1 Çoban sözcüğü ‘Varlığın Çobanı’ Heidegger’in felsefesini çağrıştırsa da, ufukta yepyeni bir felsefe beliriyor! Peki, Erdoğan’ın, halkı yönetme gücünü bulduğu çobanlığın felsefesi nedir?

"Elinde silahı, bombası olan teröristle elinde Dolar’ı, Euro'su olan arasında amaç bakımından hiçbir fark yoktur".

Ve ‘hayır’ diyenlerin konumu aslında 15 Temmuz’un bir yerde de yanında yer almaktır. Bunu kimse sağa, sola çekmesin.”

Bu cümleler özdeşlik ifadelerine karşılık gelir. Diğer bir deyişle iki bildirimin bir ve aynı şey üzerinde birliğidir. A B’dir diyebileceğimiz gibi B A’dır da diyebiliriz. Bu bakımdan bütün özdeşlik yargıları simetriktir. Ayrıca bir öznenin iki özel ada sahip olduğunu gösterir. Örnek olarak, motor arabalar otomobildirler.2 Dolayısıyla “Hayır” diyenler “darbe”den yanadır. Darbeden yana olanlar “Hayır” diyenlerdir. Ancak Erdoğan, özdeşlik ifadelerine karşılık gelen cümlelerde, birbirine karşıt, birbiriyle ilişkisiz olan terimleri, kişileri ve örgütleri birbirine eşit kılmıştır. Bu mantığa göre eşitlik şu şekilde kurulur: HDP= FETÖ= Ergenekoncu= Darbeci = Eurosu Olanlar = ISİD= Barış Akademisyenleri…

KAVRAM YARATIMI

Burada, bir şeyin ne ise o olduğu, bir ve aynı zaman ve mekânda bir şeyin kendisi dışında başka bir şey olamayacağını dile getiren düşünmenin temel ilkesinden biri olan özdeşlik yok sayılmıştır. Yani HDP, HDP olarak var olmaktan kesilmiş ve bir anda FETÖ olmuştur. Her şey bir ve aynı kefeye konulup aynılaştırılmıştır.3 Bununla birlikte daha vahim düşünceler eşikte sıralanır: Kavramların, tarihin ve insanlığın yıkımı.

Kavram yaratımı ben söyledim oldu tarzında bir keyfilikle değil, incelikli bir düşünmeyle gerçekleştirilir. Kavramın, gerçeklikle bir nebze de olsa örtüşmesi gerekir. AKP ile birlikte kavramlar bir safsatanın parçaları haline gelmiştir. Cumhurbaşkanı tarafından da iradi olarak kavramların içerikleri değiştirilmektedir. ‘Hayaldi gerçek oldu’ söylemindeki keyfilik, düşünmeyi ve akıl yürütmeyi hiçe saymaktadır. Ancak Cumhurbaşkanı, kavramların bir tarihinin olduğunun ve zoraki üretilmiş içerikleri de kolaylıkla içermeyeceğinin farkında değildir. Kavramlar tarihleriyle ve içermiş olduğu rasyonel ilişkileriyle bu türden kurnazlıklara direnirler.

            PEÇELEME

Özdeşlik ilkesinin tahribatı muhalefete yönelik işlemektedir. 15 Temmuz darbe girişiminin sonrasında zirveye vuran AKP’ye muhalif olan kesimlerin bizzat AKP tarafından aynılaştırılma çabası ile bu kesimler arasındaki karşıtlıklar, çelişkiler ve farklar peçelenir. Düşüncenin belirlenimleri gizlendiği zaman ise düşüncenin kendi zeminiyle, tarihiyle ilişkisi kaybolur. Bu noktada Sol ve HDP, FETÖ ile aynılaşırken kendi kendisinden başkalaşarak tarihsel devamlılığından kesilir.

AHMET ŞIK ÖRNEĞİ

Bu bağlamda Ahmet Şık’ı anmak yerinde olacaktır. Ömrünü gerçeğin açığa çıkmasına adamış Ahmet Şık, AKP’nin gerek çıraklık gerek ustalık döneminde uyduruk gerekçelerle cezalandırılmış ülkenin değerli gazetecilerinden biridir. Bununla beraber, Ahmet Şık’a yapılanlar çobanlığın felsefesinin ne olduğunu gözler önüne serer. “Dokunan Yanar” adlı kitabı ile Fethullah Gülen cemaatinin devlet kurumlarındaki kadrolaşmalarını bütün yönleriyle gün yüzüne çıkartan Ahmet Şık, yeni yıla sayılı günler kala PKK ve FETÖ propagandası yapmaktan gözaltına alındı ve tutuklandı. Bu durumu, Şık’ın da tanımladığı gibi paradoksal bir zihniyetin işleyişindeki tutarsızlığı ve adaletsizliği olarak yorumlayabiliriz. Bununla birlikte, yalan ve iftirayla üretilen tutarsızlık, iktidar tarafından karşı-ötekine yansıtılarak Şık’ın geçmişiyle şimdisi arasında bir uçurum yaratılmak istendiği de vurgulanmalıdır. AKP, muhalif olanların tarihsel sürekliliğini bozmaya çalışır. Kişisel özdeşliğin sürekliliğini yani kişinin kendisi ile olan, dünya ile olan ilişkiselliğin sürekliliğini kesintiye uğratır. Gözaltılar, cezaevleri ve işten atmalar ise muhalif bireylerin ilişkisel sürekliliğini bozmak için uygun araçlardır.

AKP’nin iktidarını destekleyenler ise korkuyla ve şükürle kendiliklerine tutunurlar. Bu korku AKP’lilerin sinmesine neden olmaz; bu korkuyla onların özleri, kültürleri açığa çıkacaktır. Böylece, çobanlığın felsefesine göre sahici, gerçek olan varlıklar AKP’lilerken; geriye kalan ise tarihsiz, özsüz bir güruh olacaktır. Yıkımdan gücünü alan çobanlığın felsefesi, her şeyi yok etmeye çalışırken yüzeye yayılan küften başka bir şey olamayacağını unutur. Yani, ‘Çoban’ ayakları yere değdiği için bizzat dünyanın kendisi olduğu yanılsamasına hapsolmuştur.

AKP’nin düşüncesinden yayılan sözlerin tek vadettiği kavramların, tarihin ölümüdür ve bu ölüm hepimiz için bir ve aynı sonu arzulamaktadır; er ya da geç.

2Bunnin, Nicholas, Jiyuan yu, The Blackwell Dictionary of Western Philosophy, Blackwell Publishing, 2004, s. 327.

3Tanıl Bora, Hiç Farkı Yoktur, Birikim Dergisi, http://www.birikimdergisi.com/haftalik/8063/hic-farki-yoktur#.WKtyZG_hDIU, 07.12.2016

Çobanlığın Felsefesi


25 Aralık 2020 Cuma

 Oysa önce anılarınız der devlet

Bir yer isteği, yer değiştirdiğimiz mekanlar boyunca bizimle birlikte dolaşır. Bu istek bir yanıyla da sahip olunanı ve işgal edileni işaret eder. Öte yandan yer arzusu bir tür gereksinim olarak tezahür etmeden önce yaşam mekana dışsaldı. İnsan mekan ile sınırlanmamış; insanın aidiyet duygusu ve sahip olma isteği yaşamın doğal akışına bağlıydı. Yaşamı ve anılarımızı taşıyacak bir yer özlemi ise zaman içinde en önemli problem olarak ortaya çıkar. Bu problem, bizi yönü belli olmayan bir devinime, bir yere doğru sürükler. Geçmişi istenilmez kılan ve geri dönüşü imkansızlaştıran bu değişim nedeniyle geçmiş yalnızca bir görünüş, bir hatıra olarak kalacaktır. Hasankeyf’in (Heskîf) fotoğraflarına bakarken de aynı duyguları ve aynı çaresizliği hissetmiyor muyuz? Çünkü orası artık ne yaşanabilir, ne de görülebilir bir yerdir.

“insanın mağaraya döndüğünü vb., ama mağaraya yabancılaşmış sinsi bir tarzda döndüğünü söylemiştik. Mağarasındaki vahşi -serbestçe kullanabileceği doğal bir öge- kendini sudaki balıktan daha yabancı saymaz, ya da o kadar doğal bir durumdadır. Ama yoksul insanın oturduğu izbe, düşman bir konuttur, ‘ancak alınterini ve kanını ona adadığı oranda kendisine ait olan dışsal bir güçtür’ – ‘İşte evimdeyim’ diyemez burada, kendini başka birinin evinde, her gün onu pusuda bekleyen ve kirayı ödemediği zaman dışarı atan bir yabancının evinde bulur.” (Marx, K. “1844 El Yazmaları”, Çev. Murat Belge, İstanbul: Birikim Yayınları, 2000, s.135.)

Dolaysız gücün arzusu da bu değil midir? Diğer taraftan mekandan giderek uzaklaşmak, dolaysız güce uymak ve hatta ona yenilmek manasına gelmez mi? Hasankeyf’in (Heskîf) doğal ve kültürel mirası, baraj ve beton ile yok edildikten sonra yeni-beton yerleşimin ‘tarih-kültür turizminin’ yanı sıra, ‘su turizmi’ açısından da bir cazibe mezkezine dönüştüğünü ve yeni ziyaretçilerini beklediğini söylemiyorlar mıydı? Maliyeti ucuz ve kolay elde edilen bir madde aracılığıyla doğa, yaşam, tarih ve kültür değiştiriliyor. Bu, bütün bir ülkeye yayılmış bir tür beton kardeşliğinin harmonia projesidir. Dolaysız gücün yıkımının ve kendi dolaysızlığının bir sonucu olan betonun, Hasankeyf’ten (Heskîf) Uzungöl’e, Munzur Vadisi’nden Nemrut Krater Gölü’ne ve en lüks yapılara varıncaya kadar hemen her alan için vazgeçilmez hale getirildiği aşikardır. Bu madde aracılığıyla sadece şimdi ve gelecek harmanlanmıyor, aynı zamanda geçmiş ya yok ediliyor ya da yeniden biçimlendiriliyor. Bunun önemli örneklerinden biri de Van (Wan) Edremit (Artemêtan) Belediyesi’ne atanan kayyum tarafından 2017 yılında 1. derece arkeolojik SİT alanı olan Dilkaya Höyüğü-Nekropol alanı ve Ermeni mezarlığı üzerine yapılan tuvalettir. Bu tuvalet, Türkiye’de Müslüman olmayan halklara ait izlerin-mirasın sadece nasıl yok edildiğini değil, aynı zamanda bu yok etmenin nasıl aşağılayıcı bir şekilde yapıldığını gösteren en somut örneklerden biridir. Dolaysız bir güç olarak Türkiye, “ötekinin” tarihine bir şey ekleyerek veya onun yerine “yeni”sini koyarak bütün tarihini yapı-bozuma uğratır. Dahası bu tarih, dolaysız gücün deviniminin maddesiyle peçelenir. 

İnsanlık, devletin dolaysız bir güç olarak aşkın bir oluşuma büründüğüne tanık olmuştur. Genel olarak benzerliği nedeniyle Leviathan ile karıştırılan bu oluşum, bir yanıyla “organik birlik” ile zaman ve mekana nüfuz ederken, diğer taraftan içine sızdığı her canlıyı şeyleştirerek “şeylerin düzeni”ni elde eder. Şeylerin düzeninde çarpıcı olan, benzerlik ve saçmanın bir arada işlemesidir. Dolaysızlığı sayesinde güç, arzusunun nesnesinin bir kopyasını gerçekliğin alanında üretir. Kopyanın idea ile olan benzerliği dolaysızlığın bir yansımasıdır, ama biz bu yansımayı dolayım aracılığıyla anlarız. Belirtmek gerekir ki, dolaysızlık sadece etkinliğin doğrudan olması ile ilgili değil, aynı zamanda ideal olanla ve ondan türettiği şey arasındaki benzerlik nedeniyle anlamını kazanır. Zamanın ve gerçekliğin neden olduğu bu dolayımda benzerliği değil, saçmayı buluruz. Saçma bir bakıma benzerliğin tahrif edilmiş bir biçimi olup ideal olanı ve kopyayı bilinmez kılar. Ancak dolaysız gücün etkinliğinin sürekliliğiyle benzerlik yeniden görünür hale gelir. Dahası dolaysız gücün bu devinimi, anılarımızın ve rüyalarınızın doğal akışını ele geçirir. Ve böylece her şey katılaşarak doğduğumuz evin benzeri olan bir mekana sığıverir. Bu andan sonra yaşamımız artık bir tiyatro sahnesidir.

“ …Sen yoksa beni

Yaşamaktan bıkar mı sandın?  

Kaçak çöllere giderim mi sandın 

Açmıyor diye 

Bütün düş tomurcukları? 

Bak işte, yerli yerimdeyim; 

İnsanlar yetiştiriyorum bana benzer; 

Bütün bir kuşak benim gibi, 

Acılara katlanacak, ağlayacak, 

Gülecek, sevinecek, 

Ve aldırış etmeyecek sana 

Benim gibi!”

(Goethe, “Prometheus”. Aiskhylos, “Zincire Vurulmuş Prometheus” kitabı içinde. Çev. Azra Erhat ve Sabahattin Eyüpoğlu, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2000, s.60-61.)

 

19 Kasım 2020 Perşembe

 UMUR

Kemal Kurkut’un anısına…

Mumford bir anlamda ölülerin kentini, yaşayanların kentinin öncülü ve hatta onun özü olduğunu söyler. Bu öylesine bir özdür ki, yaşamın, yaşamda sürüp gidenin değişmezliğini sağlayan ve ona kimliğini kazandıran yegane güçtür. Başka bir ifadeyle ölülerle hatırlar ve onlardan kalan efsane ve ibretlik öykülerle toplumsal ilişkileri yeniden biçimlendiririz. Örneğin, bir toplumda insanlar arasındaki ilişkinin nasıl ve hangi temeller üzerine kurulması gerektiğini hatırlatan mesellerden biri olan Pepug kuşunun doğayı dolduran ağıdından gerçeklik akar. Bu mesel, kardeşine inanmamanın onulmaz bir acıya nasıl dönüştüğünü ve bu acının dil ile taşınması gerektiğini anlatır. Böylece acı ile ceza birbirini sonsuzlaştırır. Sophokles’in Kral Oidipus tragedyasında da benzer bir çığlığı duyarız. Bu andan itibaren olduğumuz formdan başka bir forma geçeriz. Eksilen olanaklarıyla ruhun sınırlarına çarptığı bu form artık bir cezaevidir. Buranın sakini geçmiş ile geleceği ayıran bir olayla karşılaşmada ortaya çıkar. Bu karşılaşmada tarihsel bir zemin söz konusu olmayıp kişi olayların dizilişi boyunca kendini görmeye ve kendi rolünü kavramaya çalışır. Dolayısıyla burada oluşan “ben” modern anlamda kavrayabileceğimiz gibi bir özne değildir. Pepuk kuşu meselinde de görüldüğü üzere, benliğini yazgıda gören varlık hem sorgulayan hem sorgulanan bir varlıktır: “Kim öldürdü? (Kam kist?)” “Ben öldürdüm. (Mı kist.)” Kral Oidipus tragedyasında da benzeri bir monoloğa rastlarız. Diğer taraftan her ikisinde de, artık var olmayan ile bu yokluktan sorumlu olan arasında geçen bir konuşma söz konusudur. Bu bağlamda Oidipus’un gözlerinden olmasının nedeni kehanetleri ikincil bir kaynak olarak değerlendirmesidir. Dahası kehanetler düzlemindeki körlüğünün bedendeki yansısı ise görmekten kesilmiş gözlerdir. Doğduğu andan itibaren kentte istenmeyen Oidipus’un gözleri bir daha ne kenti ne kentin duvarlarını ne de tanrısal işaretleri görecektir. Dolayısıyla Oidipus kentten kendini sürmekle kalmaz aynı zamanda kutsal olandan da sürülür. Burada bir yanıyla da başlangıçtan sona, teoriden pratiğe bir açımlanmayı ve devinimin kendi erimine ulaşmasını okuruz.

18 Temmuz 2020 Cumartesi



                                                                 ÜTOPYA: Başlangıç ve Son

Toplumun yeniden dönüşümü ve buna bağlı olarak yeni bir bireyin ortaya çıkması için öncelikle ilişkilerin değişmesi ve bir ilişki formu olarak mekânın da yeniden tasarlanması gerekiyor. Denilebir ki, istenilen ve arzu edilen toplum şimdi-burada olmayan bir mekânla birliktedir. Zamansal ve mekânsal uzaklıktaki bu yerin saf bir imgeye benzediği bir an vardır: Ütopya…
Ütopyadan bilime varmak
Ütopya sözcüğü, Thomas More tarafından icat edilmiş olup birbirine zıt iki anlamı bir arada taşır. Bu sözcük bir taraftan iyi, bereketli bir yeri-toprakları imlerken, diğer taraftan haritada olmayan, gösterilmeyen bir yere karşılık gelir. Ütopyayı kavramsal düzeye taşıyan bu ikilemdir. Ütopya mevcut olanın dışında başka bir toplum ve başka bir gelecek tasavvur etmesiyle birlikte içeriğinde yer edinenin imkasızlığını bilinir kılar. Örneğin, ütopyayla ilgili metinlerinden biri olan “Yeni Atlantis”, olmayan yere, o yerin bilgisine ve deneyimine bilim ve teknikten ziyade talihin sayesinde erişebileceğimizi söyler. Bilimin ve tekniğin araçları “imkansızlıkta” talihin oyuncakları haline gelir. Ütopyanın mekanı bu yanıyla talihin alanıdır. Bu noktada Machiavelli’nin talihe dair şu sözünü hatırlamalıyız: “Talih-fortuna

17 Haziran 2020 Çarşamba

                                  Özgürlük ve hakikata dair

Karantina süreci de dahil olmak üzere yaşadığımız bu dönemi Boétie’nin “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” adlı eseri ile birlikte yeniden düşünmek gerekiyor. Bu kitap, özgür doğan bir varlığın nasıl kula dönüştüğünü sorgulamasının yanı sıra egemenin de nasıl egemene, yani “Bir”e evrildiğini anlatır. Daha yerinde bir ifadeyle tiran ile kulları arasındaki irrasyonelin ve saçmanın nasıl tesis edildiğini açık bir şekilde gösterir:
“Yalnızca sizden fazla bir şeyi var: O da sizi ezmek için ona sağlamış olduğunuz üstünlük. Eğer siz vermediyseniz, sizi gözetlediği bu kadar gözü nereden buldu? Sizden almadıysa nasıl oluyor da sizleri dövdüğü bu kadar çok eli olabiliyor? Kentlerinizi çiğnediği ayaklar sizinkiler değilse, bunları nereden almıştır? Sizin tarafınızdan verilmiş olmasa üzerinizde nasıl iktidarı olabilir? …”[1]
Yukarıda da belirtildiği gibi, toplumdaki her kişi özgür iradesini egemene teslim ederek kullaşırken, egemen de bir o kadar güç kazanıyordu. Sahi rasyonel ve özgür bir varlık neden kulluğu tercih eder? Boétie, böylesi bir kullaşmanın nedeni olarak kişinin özgürlüğü unutmasını, iktidarın zor kullanma ve aldatma gücünü işaret etmiştir. O halde egemenin mutlak bir güce dönüşmesinin ve buna bağlı olarak insanın kullaşmasının esas sebebi, özgürlüğün ve özgürlük bilincinin tahrip edilmesidir. Başka bir deyişle, irrasyonelliğin ve saçmanın üretilmesiyle birlikte insan, özgürlüğünden kopartılıp bağımlı bir varlığa dönüştürülüyordu. Bununla birlikte, Boétie, insanın özgürlüğünü yeniden kazanabileceğine ve tiranı yıkabileceğine inanmaktaydı: “Kulluk etmemeye karar verdiğiniz an özgürsünüz demektir. Onu itmenizi ya da dengesini bozmanızı istemiyorum. Fakat yalnızca onu desteklemeyin; işte o zaman onun altından kaidesi çekilmiş bir Colosse gibi tüm ağırlığıyla düşüp parçalandığını göreceksiniz.[2] 

Haut Mal Ele’nin yani Elif Gül’ün anısına… Şimdi hangi zamandayız? 1969’un herhangi bir anında mıyız yoksa 2024 sonbaharında mıyız? Peki, na...