17 Şubat 2020 Pazartesi






                                                  Kaybolmak





İnsan nedir sorusu, felsefenin başlangıcından bu yana sorula gelmiş en önemli felsefi problemlerden biridir. Böylesine uzun bir tarihe sahip olan bu problemi tartışmak için belki de insanın dünyaya ilk bakışına kadar geri gitmeliyiz. İnsan, dünyanın ne olduğunu bilmezken yıldızlı gökyüzünün altında doğa ile bir başınaydı. Evrenin sonsuzluğundan habersiz olsa da kendi varlığının doğallığı ile başka bir sonsuzluğu yaşamaktaydı. Bu doğanın kendisiydi. Lakin insan, doğadan farklı olduğunu zamanla duyumsayacaktı. Bunun ilk edimi “yuva” ile başlayacak ve mekanın üretimiyle devam edecekti. Böylece insan doğa ile kendi farkını mekanın keşfi aracılığıyla gerçekleştirecekti.
Mekan, uykunun yeri olan yuvayı içine aldığı gibi insan ile doğa arasında bir sınırdır. İnsanın doğal gereksinimleri, duyguları ve arzuları doğrultusunda bu sınır belirlenecek ve buna bağlı olarak mekan da biçimlenecektir. İnsan, bu mekanı her defasında yeniden üretmek için çabalayacaktır. Bu çabanın nedeni ise varlığının anlamını henüz kazanmış insanın bunu sürdürme ve koruma duygusunda saklıdır. Dahası, bu çaba insanın kendisiyle ve doğayla kurduğu ilişkiler bağlamında bir haritalandırma edimi olarak adlandırılabilir. Mekanı üreten ve orada yaşayan bir varlık olarak insan, bu süreçten sonra ise kentler, imparatorluklar, uluslar kuracak ve uzaya doğru keşfe çıkacaktır. Lakin insan yalnızca mekan üreten bir varlık değil, aynı zamanda ürettiği mekanlarda kaybolan bir varlıktır.

Kaybolmak her kelime gibi çoklu anlamlar yüklüdür. Aklımıza ilk gelen bir ormanda nereye doğru gideceğini bilmeksizin etrafına telaşla bakan, yönünü kaybetmiş bir insanın içinde bulunduğu durumun kendisine karşılık gelir. Kaybolan kişinin mekan ile duygusu ayaklarının değdiği yerle sınırlı olsa da o yer sonsuza dek uzayan zamansız bir noktadır. Kaybolmaktan asıl kast edilen ise bir kişinin ya da bir nesnenin alışıldık, bilinen ve bilindik yerini yitirmesi, bambaşka bir ilişkiler düzeninin ve mekanın içine düşmesidir. Bu durumda kişinin yaşayacağı mümkünlükleri öncelikle mekan ve mekanı üreten ilişkiler belirleyecektir. Kişi bu ilişkileri kavradıkça kayboluşunu derinleştirdiği gibi mevcudiyetinin yerini bulmaya, haritalandırmaya da çalışır. Öte yandan kaybolma sürecinin birçok boyutu olup, kaybolan kişinin durumu ve deneyimleri de bu sürecin bir parçasıdır. Parçalardan bir diğeri ise arkasında bıraktığı boşluk, yokluktur.
Bu boşluk, kayıp kişinin bedeninin kapladığı yer ile sınırlı kalmaz, gittikçe büyüyerek kişinin dokunduğu her nesneyi içine alır. Bu şekilde boşluk, bir yokluğu ifade eder. Bir kayboluşun ardında bıraktığı o görülebilir boşluğun ise genellikle arayışı tetiklediğini düşünürüz. Ne var ki, kaybolanların, belleğin ve kalbin nesnesine dönüşmesi diğer bir deyişle hatırlanmaları için ya sevdiklerimizden olmaları ya da yakından bilmemiz, yani kapladıkları yer bakımından hayatımızda “mühim” sıfatına layık olmaları gereklidir. Ancak böyle bir durumda kaybolan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Haut Mal Ele’nin yani Elif Gül’ün anısına… Şimdi hangi zamandayız? 1969’un herhangi bir anında mıyız yoksa 2024 sonbaharında mıyız? Peki, na...