23 Şubat 2020 Pazar





                                                           VARLIĞIN SAÇMASI


AKP’nin iktidarını koruma ve sürdürme gayreti ülkeyi bir bütün olarak derin metafizik problemlerin içine düşürmüştür. Bu problemlerin, mevcut siyasi iktidarın çözülmesiyle birlikte kolayca ortadan kalkmayacağı fikri bizi ürkütürken, Kürtlerin Türkiye siyasetinin metafizik problemlerine karşı eskiden beri mücadele ettiğini hatırlamalıyız. Pek de uzak olmayan zamanlarda Kürtlerin varlığı/yokluğu tartışılırdı. Doğanın vahşi koşullarında hayatta kalabilmiş ama özünü yani Türk olduğunu unutmuş topluluklar olarak Kürtlerden bahsedilmekteydi. Aslı Erdoğan’ın aşağıdaki sözleri meramımıza ışık tutacak niteliktedir:
“Evet, bizim eğitimimiz militaristti, şovenistti. Kürt sözcüğü de geçmezdi bizim için. Benim zamanımda Kürtler diye bir halkın varlığı henüz kabul edilmemişti.”
Öte yandan tarihin bir anında büyük bir yeminle “malum azınlığın” varlığı olumlanır: Vallahi de varlar. Buradaki “var” kelimesi ulusdevlet için bir tehlike taşımaktadır. Nasıl oluyor da Kürtler yoktan varlığa geçebiliyordu? Zira başka ülkelerdeki pratiklerden de bildiğimiz üzere ulus-devletler, kendi ulusal kurtuluş mücadelelerini yürüten halklarla her yüzleştiğinde bu sorunu ustalıkla metafiziğe dönüştürür. Burada ulus-devletlerin büyük bir arzuyla sahipleneceği Parmenides’in ünlü sözünü işitir gibi oluruz: Varlık vardır; yokluk ise yoktur.
Hiçbir şey vardan yok, yoktan ise varolamaz. O halde Kürtlere var demek, varlığı koruma altına almış olan ulus-devletin sahiplendiği metafiziğe karşı çıkmak ve onu yadsımak manasına gelir. Kürtlerin hiçlikten yaratılmadıklarını, var olduklarını söylersek dünyanın bir yerinde misal bugün Türkiye olarak ifade edilen coğrafyada ezelden beri yaşadıklarını ileri sürmüş oluruz. Öte yandan bugün gelinen aşamada Türkiye devleti, bizim Kürt vatandaşlarımızla bir sorunumuz yok derken ülkenin metafizikleşmiş çelişkilerini böyle bir sıçramayla aşmaya çalıştı. Sahi Türkiye devletinin, Kürt vatandaşlarıyla ne gibi bir sorunu olabilirdi ki! Ancak ne tuhaftır ki Kürtlere destek veren, onlarla dayanışma




                                 ÇARK VE ZEHİR



Apo Sıleman / Sılo Qız’ın anısına…
“Adaletin olmadığı yerde her sadakat sahtedir.” Paramaz (Matdeos Sarkisyan)

Almanya’nın “ARD” adlı televizyon kanalı, Dersim Soykırımı’yla ilgili bir haber yayınladı. Atatürk imzalı bir belgeden hareketle yapılan haberde, Atatürk’ün 1937 tarihinde Hitler Almanya’sından zehirli gaz satın almak istediği ve bu gazın da büyük olasılıkla Dersim’de kullanılmış olabileceği öne sürülüyordu (1). Söz konusu haberin yayınlanmasının ardından bir hayli tartışma oldu. Bir taraftan AKP, diğer taraftan ise Haydar Karataş ve Hüseyin Aygün başta olmak üzere bazı Dersimliler, Atatürk’ün soykırımdaki rolünün öne çıkarılmasından veya adının bu kadar açıktan zikredilmesinden rahatsız oldular. Bu yazı, Atatürk söz konusu olduğunda mevcut iktidarla bir ve aynı noktada buluşabilen her iki yazarın söylemlerinden hareketle bir tartışma yürütmeyi amaçlamaktadır.

H. Karataş meramını şu satırlarla ifade etti: “Dersim meselesini artık Atatürk-Kemalizm tartışmasından çıkarmak gerekiyor. Dersim’de İslam’ın Alevilere yönelik geleneksel nefreti Kemalizm üzerinden dillendiriliyor. Bütün coğrafyanın sorumlusu Kemalistlermiş gibi gösteriliyor. Oysaki Dersim, Atatürk’ün meselesi olmaktan çok, İslam meselesiydi. Dersim’i Atatürk-Kemalizm üzerinden tartışmak, Türkiye’yi dönüştürmekten ziyade İslami çizgiye su taşıyor. Atatürk yapmadı demek eksiklik, ancak Atatürk organize etti demek daha büyük bir vebal. Çünkü bunların ikisi de değil. Dersim’de Atatürk ve genç Kemalist kadro İslam’ın kılıcını kuşanmıştır denilebilir.”
H. Aygün ise kısaca şunları söyledi: “Dersimliler, elbette ‘38’i tartışacaklar. CHP ve Mustafa Kemal’i eleştirme hakları da fazlasıyla vardır. Ancak bunu, Alevileri inkâr ve asimile eden, Suriye’de kafa kesenlerle çalışan mevcut hükümetin amaçlarına hizmet eden ya da ‘başka çevreleri’ memnun eden tarzda yapmamalıdırlar.”
Dersim Soykırımı’na ilişkin kitap ve çok sayıda makale yazan H. Karataş ve H. Aygün’ün yukarıdaki sözleri bilgi eksikliğinden sarf etmedikleri açıktır. Dolayısıyla burada başka bir motivasyonun işlediğini söyleyebiliriz.
Yazarlarımız, Dersim Soykırımı’na dair bir gerçekliği açığa çıkarırken, diğerini ise bilinçli bir şekilde es geçiyorlar.
Böylece bir yerde Kürtlük ile Alevi/Kızılbaşlık arasına sınır çekmeye çalışıyorlar. Kuşkusuz 1937-38 yıllarında Dersim’e yapılan “askeri harekâtın” hedeflerinden birisi Alevi/Kızılbaşların sosyal ve dinsel yapısını çözmektir. Bu doğrultuda özellikle bu örgütlemenin merkezinde yer alan ocak üyeleri ile aşiretlerin önde gelen mensupları sistemli bir biçimde hedef alınmış ve sağ kalanlar ise “medeniyeti” temsil eden Türklerin içinde eriterek Türkleştirmek ve Müslümanlaştırılmak için batıya sürülmüştür. Bununla birlikte bu “uygarlaştırıcı misyonun” esas hedefi Dersim’in Kürt ulusal örgütlenmesinin yeni merkezi haline gelmesini önlemektir. G. Gürboğa’nın da belirttiği gibi: “1920’lerden 1930’lara kadar gerçekleşen bir dizi Kürt isyanı, devletin Dersim’i Kürt direnişinin örgütlenebileceği potansiyel bir coğrafya olarak değerlendirmesine yol açmıştır.” (2). Nitekim Cumhuriyet’in Dersim’e dair tehdit algısı, “Başvekil” İsmet İnönü’nün 1935 yılında hazırlayıp Atatürk’e sunduğu “Kürt Raporu”nda açık seçik dile getirilmiştir:
“Dersim Kürtlerine karşı vaktiyle set olan Türk köyleri dağılıp zayıflayarak ve Ermeniler kâmilen (tamamen) kalkarak Dersimlilerin istilasına karşı meydan tamamen boş kalmıştır. Erzincan yanındaki boş köyler, Dersim’in semiz halkı ile süratle dolmaktadır. Erzincan beyleri arazileri de işlemek için Dersimlileri maraba adı ile kullanmaktadır. Bu beylerin bir nevi Dersimli himayesine sığınmasıdır. Bu köyler ve marabalar Dersim çapulcu kollarının içeri yayılması için menzil ve yatak rolü yapmaktadırlar. Az zamanda Erzincan’ın Kürt merkezi olmasıyla asıl korkunç Kürdistan’ın meydana gelmesinden ciddi olarak kaygılanmak yerindedir (3).”
Dahası, Kürdistan’ın diğer parçalarındaki siyasal gelişmelerin sınırlı düzeyde de olsa Türkiye Kürtlerinin siyasallaşmasına olanak verdiğini dikkate almak gerekir. Güney Kürdistan’da Şeyh Mahmud Berzenci öncülüğünde başlayan ve 1930’larda Barzaniler ile devam eden isyanların, Kürtlerin Kürt ulusal kimliğiyle ilişkilenmesinde önemli rolü olmuştur (4). Zira G. Gürboğa’nın Umumi Müfettişlikler Toplantı Tutanakları’ndan aktardığına göre, “Birinci Umumi Müfettiş Abidin Özmen, “dışarıdaki” Kürtçülük faaliyetlerinin ve propagandasının Dersim’den ziyade sınır bölgesini etkileyeceğini ve asıl tehkikenin sınırda olduğunu söylese de, Dersim aşiretlerinin Kürdistan’ın diğer bölgeleriyle ilişkisi, özellikle “Xoybun” Komitesi/Örgütü ile ilişkisi dikkatle değerlendirilmiştir.” (5)
Öte yandan bu soykırımı, sadece din ile ilişkilendirip, Osmanlıya bağlayarak açıklamaya çalışmak tarihi gerçekleri bilinçli olarak yanlış yorumlamaktır. Böylece soykırım suçu da failsiz bırakılır. Yine de Atatürk ve cumhuriyetini sorumlu tutmamak adına Atatürk’ün soykırımdaki rolü nedir şeklinde bir soru sorulur. Açık bir şekilde görünen bir olguyu





                                                          YAŞAM VE GELECEK


Gerçekliği sarıp sarmalamış dilin işlevi sanıldığı gibi gerçekliği saklamak ve görünmez kılmak değildir. Dil, dünyada olan biten ne varsa onu anlamanın ve aktarmanın vazgeçilmez bir aracıdır. Dahası olaylar tekrara düştüğünde sözcükler de yenilenip gerçeğin üzerine kümelenir. Öte yandan dil, her ne kadar gerçekliği imlese de tekrara düşen sözcükler gösterilenle olan bağı giderek zayıflar ve sözcük de zaman içinde şeyleşmeye başlar. Sözcüğün gerçeklikteki bu birikimini ve şeyleşmesini “dil tortusu” olarak adlandırabiliriz. Dolayısıyla sıkça söylenen her sözde ve kelimede bu tortuyu nedenleriyle incelemek gereklidir. Türkiye’nin Suriye’ye ve Rojava’ya yönelik işgali, oyun sözcüğü ve oyun ile ilişkili tümcelerle ifade edil(iyor)di. Kürtler’in, Kuzey ve Kuzeydoğu Suriye’de Araplar, Aleviler, Süryaniler, Ezidiler, Çerkesler ve Türkmenler ile birlikte kurdukları ortak yaşamı Türkiye’ye yönelik büyük bir “oyun” olarak görenlerden biri olan Murat Yetkin kendi kişisel bloğunda, “Trump, Erdoğan’ı YPG/PKK konusunda geri çevirebilir. İşte nedeni…” adlı yazısında: “Erdoğan, Barış Pınarı harekatıyla PKK’nin Suriye’de kantonlara dayalı devlet oluşumunu dağıtmış, o “oyunu” bozmuş gibi görülüyor ama daha büyük bir “oyun” IŞİD’le mücadelenin devamı görüntüsünde karşısına çıktığı anlaşılıyor. O “oyunun” diplomatik plandaki ilk sahnesini 13 Kasım’da Beyaz Saray’da izleme ihtimalimiz yüksek” diye yazıyor.
Onbinlerce insan yerinden yurdundan olurken, infazın, yağmanın ve talanın “oyun” sözcüğüyle normalleştirilmesinde büyük bir problem olduğu düşüncesindeyiz. Dahası işgalin, Kuzey ve Kuzeydoğu Suriye’deki haklar üzerinde ölümcül ve yıkıcı etkileri göz önündeyken nasıl oluyor da Erdoğan “oyun kurucu” olmakla övünebiliyor. Bununla birlikte bizden de savaş bir oyun mudur sorusunu sormamız isteniyor. Elbette iktidar ve çevresi için savaş, kazananı ve kaybedeni olan bir oyundur. Oyundaki rekabetin ve oyuna özgü düşmanlığın bir benzerini savaşta da görebiliriz. Savaşın ortasında kalan çocuklar, kadınlar, erkekler, gençler ve yaşlılar ise oyunun taşlarına dönüşüyor. Öyle ki, karşı bir direnişin kaynağı olan teoriler bile oyuna dahil olabiliyor. Bu nedenle yaşamı oyundan, geleceği ve geleceğin devrimini




                                               Özerlik ve Barış



Hevrîn Xelef’in anısına…
Savaş ile barışın kesiştiği yer Suriye. Fenomenleri genel kavramlarla anlamaktan hep kaçınmamız gerektiğini hatırlayarak, kavramların içindeki farkların arasında dolaşmalıyız. Bu, savaşın ya da barışın çeşitlerini sayıp bunlar üzerine düşünmek anlamına gelmiyor. Daha ziyade bütünlük içinde savaş ve barışın bir aradalığını sağlayan ve saçmalığını yansıtan göstergeler aracılığıyla ortak yeri düşünmek anlamına geliyor. Bunun için de öncelikli olarak göstergeler arasındaki ilişkilere, karşıtlıktan çelişkiye, ironiden saçmaya uzanan ağlara bakmalıyız. Düşünmenin yolculuğu boyunca güvenilmeyecek tek şey zamanın kendisi olacaktır. Sağduyu ile harmanlanmış zaman algısının yarattığı sis örtüsüne aldanmadan, şimdi ve burada olanın zamanıyla yeni olana yer açmak adına düşünceyi yeniden biçimlendirmemiz gerekecektir.
Türkiye’nin Rojava’ya yönelik dokuz günlük savaşı, Trump’ın, ABD’nin askerlerini bölgeden çekeceğini söyleyerek bu işgalin önünü açması ve ardından ateşkes istemesi ABD başkanının söylemlerindeki gelgitleri, çelişkileri, ironiyi ve saçmayı bir ve aynı alanda buluşturdu. Dahası Trump’ın “Kürtler bize 2. Dünya Savaşı’nda yardım etmediler. Örneğin Normandiya’da bize yardım etmediler” açıklamasıyla saçmanın kendisi tescillenmiş oldu. Keza Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler toplantısında özellikle batılı devletleri ikna etmek için görsellerle desteklediği “güvenli bölgeye” ilişkin konuşmasını da benzer bir bağlamda düşünmek gerekir. Bu plana göre Efrin’de olduğu gibi savaş, işgal ve yağma ile bölge halkları göçe zorlanacak ve bu topraklara selefi-cihatçı müttefiklerin aileleri veya büyük çoğunluğu Suriye’nin diğer bölgelerinden gelen 2 milyon insan yerleştirilecek ve burası güvenli bölge olacaktır.
Ancak AKP iktidarının uzun zamandır dillendirdiği güvenli bölgenin gerçekçi ve insani olmadığı gibi asıl hedefinin Kürtlerin diğer halklarla birlikte oluşturduğu özerklik yapısını yok etmek ve toplu nüfus hareketleri ile işgal ettiği bölgelerin demografik yapısını değiştirmektir. Nitekim Birleşmiş Milletler (BM), “Suriye’nin kuzeydoğusuna yönelik Türkiye’nin askeri operasyonun başlamasından bu yana

22 Şubat 2020 Cumartesi





                                                 80 Kuruş





“Coğrafya kaderdir” sözü üzerine defalarca yazıldı. Başa gelen ve sıradanlığa dönüşmüş suçların yarattığı tahribat bu sözle dillendirilmiştir. Aynı şekilde bir ulusa ait olmak bakımından kişinin yaşadığı güçlükler ve acılar yine bu sözle taçlandırılmıştır. Bu söz ağızdan her çıktığında duygular da kader sözcüğünde birikir. Bu bir yanıyla değiştiremeyeceğimiz, başa gelenlerin toplamıdır. Başa gelme burada kaderin gerçekleşmesi adına kişinin yaptıklarını, kendi kaderine düşmeyi ve yakalanmayı imlemektedir. Yani kişi tam da kendi kaderini ya da ona biçilen kaderi yaşamakta ve gerçekleştirmektedir. Öyleyse tam da bu noktada sorulması gereken soru coğrafyanın bu kaderi nasıl ürettiğidir?
Coğrafyacı, Tanrının kutsal bakışını kullanarak dünyanın temsilini haritaya yansıtır. Sonsuz olandan sınırlı olana doğru bu bakışta aynı şekilde sonlu olandaki sonsuzu kavrama arzusu vardır. Sonlu olan, haritada yani dünyada kendi sınırlarıyla yer edinir. Böylece sınır aracılığıyla mekân, belirsiz olmaktan çıkarak belirlenim kazanır. Devamında ise sınırların hapsettiği farklılıkların ve farklı zamansallığa sahip varolanların etkileşimiyle büyük olanın resmi ortaya çıkar. Öte yandan dünya ister Tanrısal ister insani bakış açısıyla çizilsin bir mekânın en temel özelliğinden biri farklı zamansallığa sahip varolanları eş zamanlı kılmaktır. İnsanın, hayvanların, toprağın, ağaçların, havanın ve suyun farklı devinimleri vardır. Tahmin edileceği üzere her biri kendi içinde de farklılıklara göre bölünmeye devam eder. Buna karşın tüm bu farklılığın belirleyeni doğanın ve aktüel bir sonsuzluk olan Tanrının kendisidir. Dünyanın bu resmedilişinde, Tanrının kutsal bakışı altında bir toz zerresi olarak görünen Ala Hennuş, doğumdan ölüme yazılmış kaderine göre Suriye’de doğmuş, Antalya Kepez’de un çuvalı taşırken 2019’un Ağustos ayında 23 yaşında



                                                                Şundor/Sınır




Engin Eroğlu’nun anısına…
“Haq, kêmera şundor barê vılê mordêm mekero./Haq kêmera şundor na dina u a dinade barê vilê to kero.” (1)
Bu yazı bütünüyle kırmızıyla, hem de aşılmış bütün sınırların kırmızısıyla yazılmalıydı. Sonra kendi derelerinin kırmızı çizgilerini geçmekten korkanların kapılarına ve hâlâ kan sızan tarihin duvarına asılmalıydı.
Dersim Belediyesi Meclisi, oy çokluğuyla aldığı kararla belediyenin isminin Dersim olarak değiştirilmesine karar verdi. Bunun üzerine Devlet Bahçeli, isminden aldığı güce dayanarak, Belediye Meclisi’nin kararı ile ilgili olarak şu cümleleri dile getirdi: “Söz konusu belediyenin hizmet binasında bulunan tabelalarda yazılı “Tunceli” ifadesinin yerine Dersim yazılmasıyla ilgili karar yok hükmündedir, ayaklarımızın altındadır, gereği de mutlaka yapılmalıdır. Türkiye’de resmi olarak ‘Dersim’ ismiyle anılan bir vilayet yoktur, olamayacaktır. Komünist ve bölücü komploya göz yummak, alttan almak, sessiz kalmak feci akıbetlere davetiye çıkaracak, beka düzeyinde tehlikelere kapı aralayacaktır. Hiç kimse aldığı oy ve desteğe güvenmemelidir. Hiç kimse Türk milletinin hassasiyetleriyle oynamaya kalkışmamalıdır. Yanlış hesap mutlaka dönecek, namlu ters tepecek, muhatapları elbette mahcup ve millet nezdinde mahkum olacaklardır.” (2) MHP’li Milletvekili Mehmet Taytak ise Türkiye Cumhuriyeti’nin meclisinde şunları söyledi: “Popülizme yenik düşerek bazı çevrelere şirin gözükmek için geçmişi karıştırmaya çalışanların sonu, geçmişte dedelerinin başına gelenlerden çok farklı olmayacaktır. Kendi hayal aleminde Türk devletine başkaldırdığını düşünenlere er ya da geç devletin tunç eli tanıtılacaktır.” (3)
Devletin elini, kolunu en yakından bilen ve bu organların neler yapması gerektiğini de söyleyen her iki şahsiyetin en dikkat çekici ve neredeyse birbirini tamamlayan sözlerinin yankısına kulak verelim: “Dersim ismiyle bir vilayet yokturrrrr, olamayacaktırr”, “geçmişte dedelerinin başına gelenlerrr”… İnsanların birbirini unutmak zorunda bırakıldığı, her şeyin lime lime edildiği geçmişte, vilayet adını yitirmiş ve “devlet”e göre vilayetin adı da artık Dersim olmayacaktır değil, olamayacaktır. Artık öngörülen, belirsiz bir gelecek yerine bu geleceğe zorla sahip olan ve zamanı donduran, sınırı geçmiş bir sınır olarak “Devletten” bahsediyoruz. O, bu vilayete yeri geldiğinde Dersim diyebilir, ama vilayetin insanına asla Dersim dedirtmeyecektir. Çünkü Dersim’e, Dersim denilmesi bir “beka” sorunu olarak görülmektedir. Yine de sormalıyız, Dersim 38, Türkiye’nin bekasını sağlamak için yeterli olmamış mıydı? Ancak söz konusu olan “Yeni Türkiye”nin bekasıdır ve Dersim için yeniden bir tunç el


                                                             Kayıt



Gültan Kışanak, Füsun Üstel ve Tuna Altınel için…
“Dünya yıkılırken hepimiz biraz suçluyduk.”
Yalanlar, doğrular, gerçekler ve sanılar, cinayet mahalline mermiler gibi düşmekteydi. Tanık olarak bizler, olup biteni sessizce dinlemekte ve seyretmekteydik. Lakin yalnızca seyircisi değil, aynı zamanda katili ve kurbanıydık. Dahil olduğumuz bilgisini sezgisel olarak edindiğimiz kayıt filminde hayatlarımızla ve tepeden tırnağa bedenlerimizle filmi yönetenlerin küçük gözlerine sığmalıydık. Böyle bir görme biçimi egemeni daha “güçlü” yapmaktaydı: Öyleyiz biz, güçlüyüz biz. Biz yazar, biz oynarız. Öyleyiz, güçlüyüz biz. Buna karşın yansımanın çift yönlülüğünde ortaya çıkan görmenin ve egemen olmanın suç ortaklığında birleşmiş “BİZ”i eleştirenler ise “haz” yoksunu, zayıf, zavallı ve “hınç” varlığı olarak tanımlanmaktaydı.
Bununla beraber egemenin işlevlerinden biri de somut bir problemin nedenlerini kişinin kapasitesinde arayarak karşımızda dağ gibi duran haksızlığı ve adaletsizliği gizlemektir. Diğer bir ifadeyle egemen, görürken görünmezleşmek zorundadır. Dolayısıyla kişinin yoksulluğu veya işsizliği, eşitsiz ve adaletsiz bir sistemin sonucu değil, onun hem bedensel hem de zihinsel yeteneklerinin zayıflığı olarak gösterilmektedir. Kişinin hayatta karşılaştığı zorluklar veya yaşadığı başarısızlıklar sonucunda edindiği öfke ise hınç olarak kayda geçmektedir. Burada ayrıca hıncın kökeninde kişisel travmalar, depresyonlar ve bellek hasarları araştırılır. Bu açıdan Nietzsche’nin, egemenin görünmezlik ve peçeleme etkinliği için uygun bir filozof olduğunu söyleyebiliriz. Bu ideolojik hamlenin yanına tekniğin durmaksızın artarak devam eden olanağını da eklersek, dünya denilen yerde mesafeler ortadan kalkacak ve her şey görülebilir olacaktı. BİZ’den ötede görülebilir dünyanın içinde kalanlar, yani “görünenler” ise yoksunluklarıyla orantılı bir biçimde görme olayına

17 Şubat 2020 Pazartesi






                                               Gülme  üzerine




Bruno Durocher’e göre gerçeklik öylesine insanın içindedir ki insan soytarı ve peygamber olmaya aynı anda haizdir. Başka bir minvalde ise bu söz, insanın gülme ve inanç aracılığıyla gerçekliği değiştirip dönüştürdüğü anlamına gelecektir. Dikkatli bir düşünümle her iki edimin de bir belirsizlik alanı yarattığının farkına varırız. İnsan böyle bir alan sayesinde bir oyuncu haline dönüşür. Tam bu noktada, insanın özneleşme pratiği açısından peygamber olmaya değil de daha dünyevi bir form olarak gülen ve güldüren bir varlık olmaya daha yatkın olduğu düşünülürse bu anlamıyla gülmenin ve güldürmenin politikadaki yerini sorgulamamız yerinde olacaktır.
Genel olarak gülmenin, bir başka boyutuyla mizahın demokratikleştirici ve direnç üreten gücünden haberdarız. Bakhtin, Rabelais’nin “humeur” halktan doğan, halka ait olan gülmenin bir örneği olarak sunar. Rabelais’de gülme tedavi amaçlı kullanıldığı gibi humeur sağlıklı bir bedenin de göstergesidir. Bunun yanında, Bergson gülmenin toplumsal işlevinden ve herkese bulaşıcılığından bahseder: “Gülmemiz her zaman bir grubun gülmesidir.” (1) Buradan yola çıkarak, bir aradalığı ve ortaklığı imleyen gülmenin, aynı zamanda politik bir bütüne ait olabileceğini söyleyebiliriz. Bu çıkarım, gülünç olanın uzlaşımsal olarak belirlendiğine varacaktır. Uzlaşımsallık özelliğine paralel olarak “gülünç” addedilenin, bir ritüel misali sürekli tekrar edilmesinin elzem olduğunu da eklemeliyiz. Buradaki tekrar, bir şeyi o şey yapan yani onu hem zamana ait hem de zaman dışı kılan bir etkiye sahiptir. Buna karşın gülme ve gülünç olan, kişiye, olaya ve yere göre yeni anlam kazanır. (2) Misal Hitler’in selamlaması gülmenin konusu olabileceği gibi dostu ve düşmanı birbirinden ayırmaya yarayan sadakatin




                                             Geleceğe doğru




Herakleitos’un düşüncesinin nesnelerinden biri olan nehir, şehrin kapsadığı bütün devinimleri kendisine benzetir. Öyle ki, onun kenti bölen varlığının akışı boyunca yürümek, düşünmek, şarkı söylemek veya araba sürmek zorundasınızdır. Akla gelecek bütün devinimleri biçimlendiren ve nihayetinde kendisine doğru çeken ve toprağımıza yalnızlık katan kuvvetin diğer bir adıdır nehir.
Yeryüzünde yaşamış en büyük şairlerden biri olan Paul Celan, bin dokuz yüz yetmişin yirmi nisanında bu büyük kuvvete, Paris’teki Seine Nehri’ne kendini bırakır. Yahudi asıllı Rumen şair, on sekiz ay toplama kampında esir kalır ve ailesini Nazi kamplarından birinde yitirir. Şairin şiirlerinde ölüm kampının derin izleri mevcuttur. Bu noktada ister istemez Adorno’nun Autzwich’den sonra şiir yazmak barbarlıktır sözünü anımsarız. Lakin en büyük barbarlık yazmamak olurdu. O yalnızca yok etme kamplarının içindeki ölümleri, işkenceleri hatırlayarak ve acı çekerek yaşamadı. Bir tanık olarak dikilmekten veya bunları anlatmaktan daha fazlasını yaptı:
“Onca yitirilen arasında erişilebilir, yakında ve yitirilmeden kalan ise hep bir tek şey oldu: Dil. Evet, o, yani dil, her şeye karşın yitirilmeden kaldı. Ama kendi yanıtsızlıklarıyla, korkunç bir suskunlukla, öldürücü konuşmaların binlerce karanlığıyla çarpışmak zorunluluğuyla karşılaştı. Bütün bu badirelerin içinden geçti ve olup bitenler için sözcük harcamadı; fakat bütün bunları yaşadı. Yaşadı ve ondan sonra, bütün bunlarla ‘zenginleşmiş’ olarak, yeniden gün ışığına çıkmasına izin verildi. Ben, gerek o yıllarda, gerekse daha sonraki yıllarda işte bu dilde şiir yazmaya çalıştım: Konuşmak





                                                  Kaybolmak





İnsan nedir sorusu, felsefenin başlangıcından bu yana sorula gelmiş en önemli felsefi problemlerden biridir. Böylesine uzun bir tarihe sahip olan bu problemi tartışmak için belki de insanın dünyaya ilk bakışına kadar geri gitmeliyiz. İnsan, dünyanın ne olduğunu bilmezken yıldızlı gökyüzünün altında doğa ile bir başınaydı. Evrenin sonsuzluğundan habersiz olsa da kendi varlığının doğallığı ile başka bir sonsuzluğu yaşamaktaydı. Bu doğanın kendisiydi. Lakin insan, doğadan farklı olduğunu zamanla duyumsayacaktı. Bunun ilk edimi “yuva” ile başlayacak ve mekanın üretimiyle devam edecekti. Böylece insan doğa ile kendi farkını mekanın keşfi aracılığıyla gerçekleştirecekti.
Mekan, uykunun yeri olan yuvayı içine aldığı gibi insan ile doğa arasında bir sınırdır. İnsanın doğal gereksinimleri, duyguları ve arzuları doğrultusunda bu sınır belirlenecek ve buna bağlı olarak mekan da biçimlenecektir. İnsan, bu mekanı her defasında yeniden üretmek için çabalayacaktır. Bu çabanın nedeni ise varlığının anlamını henüz kazanmış insanın bunu sürdürme ve koruma duygusunda saklıdır. Dahası, bu çaba insanın kendisiyle ve doğayla kurduğu ilişkiler bağlamında bir haritalandırma edimi olarak adlandırılabilir. Mekanı üreten ve orada yaşayan bir varlık olarak insan, bu süreçten sonra ise kentler, imparatorluklar, uluslar kuracak ve uzaya doğru keşfe çıkacaktır. Lakin insan yalnızca mekan üreten bir varlık değil, aynı zamanda ürettiği mekanlarda kaybolan bir varlıktır.

Kaybolmak her kelime gibi çoklu anlamlar yüklüdür. Aklımıza ilk gelen bir ormanda nereye doğru gideceğini bilmeksizin etrafına telaşla bakan, yönünü kaybetmiş bir insanın içinde bulunduğu durumun kendisine karşılık gelir. Kaybolan kişinin mekan ile duygusu ayaklarının değdiği yerle sınırlı olsa da o yer sonsuza dek uzayan zamansız bir noktadır. Kaybolmaktan asıl kast edilen ise bir kişinin ya da bir nesnenin alışıldık, bilinen ve bilindik yerini yitirmesi, bambaşka bir ilişkiler düzeninin ve mekanın içine düşmesidir. Bu durumda kişinin yaşayacağı mümkünlükleri öncelikle mekan ve mekanı üreten ilişkiler belirleyecektir. Kişi bu ilişkileri kavradıkça kayboluşunu derinleştirdiği gibi mevcudiyetinin yerini bulmaya, haritalandırmaya da çalışır. Öte yandan kaybolma sürecinin birçok boyutu olup, kaybolan kişinin durumu ve deneyimleri de bu sürecin bir parçasıdır. Parçalardan bir diğeri ise arkasında bıraktığı boşluk, yokluktur.
Bu boşluk, kayıp kişinin bedeninin kapladığı yer ile sınırlı kalmaz, gittikçe büyüyerek kişinin dokunduğu her nesneyi içine alır. Bu şekilde boşluk, bir yokluğu ifade eder. Bir kayboluşun ardında bıraktığı o görülebilir boşluğun ise genellikle arayışı tetiklediğini düşünürüz. Ne var ki, kaybolanların, belleğin ve kalbin nesnesine dönüşmesi diğer bir deyişle hatırlanmaları için ya sevdiklerimizden olmaları ya da yakından bilmemiz, yani kapladıkları yer bakımından hayatımızda “mühim” sıfatına layık olmaları gereklidir. Ancak böyle bir durumda kaybolan

16 Şubat 2020 Pazar






                                      Hakikat acısı



Emine Akçay, Mehmet Fatih Tıraş ve İsmail Devrim’in anılarına…
“Özlediğim hiçbir şey yok. Hayatım acıyor. Bulunduğum yer acıyor, kendimi bulabileceğimi düşündüğüm yer çoktandır acıyor.” Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı, Can Yayınları, 2007, s.187
M. Bermann’ın, “Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor” adlı eserinde Dostoyevski’den alıntıladığı bir pasajda insanın inşaa eden bir varlık olduğunu, bu yapıyı yaşamak için değil, belki de uzaktan bakmak için kurduğunu okuruz. Bir bakıma burada yapıyı kuran insan ile o yapının içinde yaşayacak insanın bir ve aynı kişi olduğunu dile getirir. Diğer taraftan Dostoyevski “belki de” sözcüğüyle arzu eden öznenin, arzusu ve arzusunun sonuçları ile birliğini ve içkinliğini aşan bir çatlağı hissettirir. Her şeyin ölçüsü ama her şeye fazla gelen bir ölçü olan insan ise bu çatlağın bizzat kendisidir. İster istemez büyük bir huzursuzluk eylemine her daim eşlik edecektir. Yolun sonunda yazar hikayesini karakterlerine bırakarak terk edecektir. Lakin yuva arayışımız sonsuzdur.
Yaşamın parçalı gerçekliğinde işçiler çoğu zaman “benim de böyle bir evim olsun” istemiyle evleri inşa ederler. Evde yaşayacak olan ise planına, tuğlasına ve sıvasına karışmaksızın yalnızca yaşamak isteyip istemediğine karar verir. Sanki “belki de”ler kaybolmuş, bir birliğin ve aşkınlığın kendisi olan çatlak gizlenmiştir diye düşünürken hercümerç dünyanın imajları eşliğinde iş kazasının, işçilerin bir gayya kuyusu olduğuna şahit oluruz. Beton kütleleri altında can veren işçinin bir evi vardı. İş sonrası, bazen keyifle bazen geciktirerek gideceği bir ev, lakin bir başkasının daha keyifle oturacağı evleri yapmaktaydı güvencesiz ve düşük ücretlerle.



                                Geçmişin ölülerini gömmek





Müslüm Kavut, Aslan Yıldız ve Sinan Demirbaş’ın anılarına…
İnsanlık binlerce yıldır ölülerini gömmektedir. Ölüsünü gömebilen bir varlık olarak insan, ölen bir kişinin mezarı olabilmesi uğruna kendi canından vazgeçmeyi de göze almaktadır. Bu olayın en bilindik ve en büyük anlatısını Antigone tragedyasında buluruz. Bununla birlikte bu anlatının hem bizim coğrafyamızda hem başka coğrafyalarda tekrarlandığını görürüz. “Faili meçhul” cinayetlerle kaybedilen yakınları için adalet arayan “Cumartesi Anneleri” bir bakıma Antigone’nin devamcılarıdır. Ya da tüm baskı ve şiddete karşın kendi varlığına ve ailesinin başına geleceklerinin korkusuna yenilmeyerek gömülmesi gerekenin peşinde, ölüm ile yaşam arasında yakın(lar)ını arayan bir babanın çabası yine Antigone tragedyasının bir devamı ve bir tekrarlanışı olarak görülebilir. Ancak bu tekrarlanış İŞİD ve benzerlerinin terör eylemleriyle başka bir boyut kazanmıştır. Bu kanlı katliamlarda çocuklarını ve yakınlarını yitirenler kendilerini “Cumartesi Anneleri” olarak tanımlamıyor olsalar da onların ortak kaderini paylaşıyorlar. Onların bitimsiz acısının, geçmişin hükmündeki döngünün durması için trajik bir hamle gereklidir: Geçmişin ölülerini gömmek.
Ölü gömmek bir iradenin dolaysız etkinliği olarak görülmesine rağmen insan, içinde bulunduğu koşullara, gelenek ve inançlarına göre ölülerini gömer. Başlangıç 


                                                            Ecinniler



İzmir’in aydınlık caddelerinin birinde güvercin beyazı bir duvarın üzerinde bir yazılama var: On Ekim’de haydi Ankara’ya!
On Ekim’de Ankara’da istasyon garı kavşağındayız. Sırtımızda çantalarımız, ellerimizde sevdiklerimizin elleri var. Gözlerden uyku ve uykusuzluk arasında varılmış bir yolculuğun yorgunluğu dökülüyor, ama ekimin tatlı sert havası alıp götürüyor uyku esnemelerini. Sloganlar atılmaya başlanıyor ve halay için bir araya geliniyor. O sıra sekiz yaşlarında bir çocuk yüzünde güleç bir ifadeyle beliriyor. Halayın türküsüne eşlik etmeye çalışıyor. Elinde sımsıkı tuttuğu incecik bir kitap var ve başını eğerek arada bir kitabın kapağına sevinçle bakması merak uyandırıyor. Neydi kitabın adı mesela? Minicik elinden açıkta bıraktığı Kara sözcüğü hemencecik beliriyor ve tam o esnada kulakları sağır eden bir patlama sesi duyuluyor. Ölüm dağılıyor her yere parça parça. Bir kitap, Küçük Kara Balık kitabı yekvücut serilmiş…




                                      Dünyaya uzanmak



Umut, karanlık günleri yerinden oynatacak ve her şeye yeniden başlamamızı sağlayacak bir güç olarak görülür insanlık için. Bir güç olmak bakımından umudun kendisi belirsiz olup insanın içine düştüğü durumların aciliyeti tarafından sınırlanır. Bu sınırlamada umut bir arayıştan çok bekleyişi işaret eder. Böylesi bir süreçte umut geleceğe yönelmiştir, onun şimdiden değil, gelecekten geleceği düşünülür. Gelecekten gelenin ise kim ya da ne olduğu bilinmediği gibi nasıl geleceği de bir muammadır. Ne var ki acil olana, merhem olacak her ne ise her zaman öngörülmez gelecekten gelmez, bazen geçmişteki unutulmuş olan bir şeyin gerçekleşmesiyle bazen de şimdide verili olan bir şeyin müdahalesiyle ortaya çıkar. Kısacası umut edilen, geçmişten geleceğe uzanan bütün öngörülebilir ihtimallerin sonunda bir yerde, ilginç bir biçimde gözden ve zihinden uzakta beklemektedir. Bu Ernst Bloch’un henüz var olmayanına denk düşebilir. (1)

                                                   Diyar-ı tarumar


Her şeyin bir ‘yer(i) ve zaman(ı)’ vardır. İnsan bu belirli yer ve zamanı yakalamak isterken, aynı zamanda o yer ve zamanı dondurmak ister. Ve fotoğraflardan önce anıtlarda, kitabelerde dondurulmuştur yer ve zaman. Denilebilir ki bu ölü bir zamandır, denilebilir ki her şey gelmiş ve geçmiştir ve artık yeni bir devlet var.
“…Böyle oldu konuşması. Kyros onun bağlarını çözdü, yanına oturttu ve pek iyi, pek hoş tuttu; kendisi ve çevresindekiler ona hayranlıkla bakıyorlardı. Kroisos düşüncelere dalmıştı, sesi çıkmıyordu. Sonra dikkati Lydialıların kentini yağma eden Perslere kaydı: “Kral” dedi, “şu gördüklerim karşısında aklıma gelenleri söyleyeyim mi, yoksa susayım mı?”
Yeni Devlet, zaferle taçlandırılmış duble yolları arşınlarken, yol boyunca yaptığı barajlara, HES’lere bakarak gururlanıyordu ve yürüdükçe ayaklarının altında kalan uygarlıkların ezilmesinden garip bir keyif alıyordu. Göğe yükselen yıkımın ve yağmanın toz dumanı içinde, buharda ısınan bayat simitlerle yüklenmiş çocukluğunu hatırladı. O simit, o buhar, ahşap ev… derken yer ve zaman olmaksızın şeyleri hatırlamanın imkansız olduğu düşüncesine gidecekken, zaman ve mekan üstü Tanrıyı görsek bile tam da bu nedenle hatırlanamayacağı gibi bir düşünceye gönül verdi ve gönlü böyle düşünmek günah deyince yükselen alkış seslerinin ayırdına vardı. Tuhaf bir biçimde çok eski bir hikâyenin içinde olduğunu duyumsadı.
“Kyros istediğini istediği gibi söyleyebileceği cevabını verdi. Ve Kroisos ona sordu: “Bu kalabalık ne yapıyor böyle canla başla?”- “Senin kentini”” dedi Kyros, “yağma ediyorlar, varını yoğunu paylaşıyorlar.”
Uygarlıklardan kalan her bir parçaya bakarak “kimindi” şimdi bunlar diye düşünüp durdu gözleriyle. Grekler, Romalılar, Asurlular, Hititliler ve Urartular geldi gözbebeklerine. Atlarıyla, gür sesleriyle, kılıçlarıyla mızraklarıyla o yüce kralları hatırlayıp onlara öğündü. Bunlar, şimdi, yeni olan devletin, yani bizim miydi? Ama hiç bize aitmiş gibi görünmüyorlardı diye düşündü gözleri.
Kroisos cevap verdi: “Yağma ettikleri benim kentim, benim varlığım değil; bunların hiçbiri benim değil artık: yağma ettiklerinin, alıp götürdüklerinin hepsi senin malın.”*





                                                        Metamorfoz

AKP’nin uyguladığı baskının, şiddetin kendisini bir deliliğin son yıkımına benzetmek ve bu şiddet biçiminden hareketle iktidarın zayıfladığını söylemek rahatlatıcı bir etki yaratabilir. Lakin bu, AKP’nin iktidarını koruma koşulundan ziyade, bizzat kendisi tarafından üretilen ve halka dayatılan bir dönüşümün/metamorfozun şiddetidir. Bu doğrultuda Türkiye toplumu, sosyopolitik bir evrim sürecinden geçmektedir. Özellikle 15 Temmuz sonrasında oluşan bu yeni sistemde yer edinmenin ve hayatta kalmanın koşulu, bu evrime uyum sağlamaya bağlı olacaktır. Dahası AKP Hükümeti evrim kuramını müfredattan kaldırırken, özellikle “dindar nesiller” yetiştireceğiz düsturuyla, yaptığı yasal düzenlemeler ve yaptırımlarıyla Türkiye’de sosyopolitik evrimin önderliğini yapmaktadır.1 Kısacası, ülke metamorfoz geçiriyor ve ülkedeki her bir birey bu hızlı dönüşümden, ister istemez payını alacaktır.
En bilindik metamorfoz hikayesi ise Gregor Samsa’nınkidir. Gregor Samsa bir sabah uyandığında kendisini böcek olarak buluvermiştir. Benzer bir biçimde özellikle muhalif kesimlerin kendilerini hiç istemediği bir formun altında bulmaları kuvvetle muhtemeldir. Yeni bir bedenle uyandığınızda, belleğiniz eski bedenin imgesini ve o bedenin algılarını hâlâ korumaktadır. Bir yandan da yeni olan bedenin olanakları dahilinde içinde bulunduğunuz dünyayı algılamaya başlarsınız, ama durumun kendisi pek iç açıcı değildir. İkircikli bir şekilde hâlâ geçmişteki o güzel günlere, o güzel bedene tutunabileceğiniz sanısına kolaylıkla kapılıp şimdideki durumun geçici bir kabus olduğu yönünde kendinizi telkin edersiniz. Ancak hafızanız geçmişi diriltmekte ne kadar başarılı olsa da, şimdideki gerçekliğin kendisi belirleyiciliğini sürdürdükçe geçmişteki yaşantı vazgeçilmesi gereken bir şeye dönüşür. Yine de Fitzgerald’ın söylediği gibi, “Şu an için onu elimizden kaçırmış olabiliriz, ama ne önemi var-günlerden bir gün” diyerek insan sürekli yeniden denemeye koyulacaktır. Böylece sürekli geçmişe doğru sürüklenerek geçmişten yeniden doğacaktır.2 Ve o güzel geçmişi ‘yarın’laştırıp haykıracaktır: “Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!/ Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!”3 Ve kaçınılmaz bir şekilde geçmiş, bütün zamana hükmedecektir.

Haut Mal Ele’nin yani Elif Gül’ün anısına… Şimdi hangi zamandayız? 1969’un herhangi bir anında mıyız yoksa 2024 sonbaharında mıyız? Peki, na...